Tuesday, July 31, 2012

...onbirinci gün...



battaniyenin son iki sırası kaldı ondan sonra üst motifler ve diğer yan motifleri yapılıp bitecek inşallah...


ev yufkasından tava böreği yaptım gayet lezzetliydi.tavsiye ederim:)) sevgiler...

61




İşportacıydı ama ne işportuyordu bilmiyorum. Zaten sadece birkaç saniye görmüştüm. Araç hareket halindeydi. Kolej kavşağının kızılaya bakan yönü olması lazım. Amcam karton kutusunu seccade yapmış namaz kılıyordu; hava kararmadığına göre ve oradan erken saatte geçme ihtimalim düşük olduğuna göre ikindi namazını kılıyor olmalıydı. Birkaç saniyeliğine görmüştüm. 

Monday, July 30, 2012

KAĞIT KEK KALIBINDAN NELER YAPILIR

Okullarda özellikle Anaokulu Okul öncesi ve 1.-2. sınıflarda öğretmenler ödev olarak yada sınıflarda etkinlik,faliyet olarak öğrencilerin yaratılıklarını ve el becerilerini artırmak için bu tarz etkinlikleri öğrencilere yaptırıyorlar.Tabiki evlerinde Anne ve Babalarda böyle etkinlikleri çocuklarına yaptırmaları, hatta beraber yapmaları çocuklar için çok faydalı.


Kağıt-kek-kalibindan-yapilanlar




Evlerimizde kek yaparkek kullandığımız küçük kağıt kalıbları düğme,kağıt,pul,boncuk,sticker,fotoğraf,vs süslüyerek onlara karton yada dondurma çubuğundan sap yapıp güzel çiçekler yapabilirsiniz.



Bu Sayfayı YazdırEn Çok Bunlar Arandı
  • okul öncesi kola şişesinden etkinlik örnekleri
  • Benzer İçerikler:

    Thursday, July 26, 2012

    Anadolu Erenleri Kimlerdir



    Bağdat’taki asma Takkeci İbrahim, adı üzerine de takke yapar, takke satar. O devirde her sanat iyi kötü para yapar ve kolunda bileziği olanlar kimseye muhtaç olmadan yaşarlar. Hoş, İbrahim Efendi’nin de keyfi yerindedir. Topkapı sur dışında bir küçük evi vardır ve çorbası tıkırdar. Oğul uşak mutludurlar. Ah, bir de yakınlarında bir yerlerde mescidleri olsa. Civarda en yakın cami Mevlânâkapı’dadır. İbrahim Efendi zaman zaman eteğini tutar, beylere paşalara çıkar. “Aman efendim” der “N’olur bizim mahalleye de bir cami”. Muhatapları gelir, bakar ama dudak bükerek dönerler. Mahalle gerçekten çok tenhadır, öyle ya sıra bu kuytuya gelesiye kadaar… Gel zaman git zaman Takkeci İbrahim, mescid işine fena takar. İşini gücünü bırakıp uzak semtlerdeki cami inşaatlarına koşar. Harç taşır, taş kırar. Mimarlarla tanışır, amelelerle muhabbet kurar. Hasılı hepsinden bir hisse kapar. Kafasında muhteşem bir külliye şekillenir, ama para nerede. İşte böyle koşturup kovaladığı bir günün ardından rahlesinin başına çöker. Yasin okur, Tebareke okur, âlemlerin efendisine, dört halifeye, aşereyi mübeşşereye, mezhep imamlarına, şehitlere, gazilere, hasılı cemi cümle enbiyaya, evliyaya hediyye eder. Amme de okusa iyidir ama gözleri düşer. Şöyle azıcık bir dalsa kendine gelecektir. Tam o sıra ocağın önündeki keçe döşek gülümser, sanki “gel gel” der.

    RÜYA Garibim bu davete dayanamaz, önce ateşe irice bir meşe odunu atar, sonra elini yanağının altına koyar. Tavanda kızılca gölgeler oynaşırken hayallere dalar. Yine arsa bakar, taş ısmarlar. Sonra mimarlar, ustalar, nakkaşlar. Derken hayalindeki cami ortaya çıkar. Yanık sesli bir müezzin minarede görünür ve elini kulağına atar. Sonra komşularla birlikte namaza dururlar. Sahneler peşpeşe değişir. Cüz keselerini sallaya sallaya koşan çocuklar… Hoca efendinin önünde diz kıran delikanlılar… Mukabele süren kadınlar… Mahalleye tatlı tatlı nur yağar, kuşlar bile Kur’an okurlar.

    Hayalleri mi hoştur, yoksa yorgun vücudunu rehavet mi sarar bilemiyoruz ama rüyalara dalar. Bir asma altında oturuyordur, etrafında entarili, keyfiyeli insanlar… Yaprakların arasında güzden kalma bir salkım üzüm vardır. Bu gözden kaçan taneler çok tatlı olmalıdır. Derken mekân değişir ve gülyüzlü bir dervişle tanışır. Dervişin gamzeleri derinleşir dişleri inci inci belirir. Kara gözlerini iri iri açarak sorar: “O üzümü neden yemedin?”. – Yemem mi lâzımdı? – Elbette o senin nasibindi. – Bilseydim yerdim. – Haydi git ye! – İyi ama nerede? – Bağdat’ta. – Koca şehirde bir salkım üzüm. Nasıl bulunur?

    - Hele yola çık, bulursun.

    DELİ Mİ NE? Takkeci İbrahim uyanır. Ağzında hoşça bir tad. Belki de nur yüzlü dervişin getirdiği neşe. İyi de bütün bunların hayalini kurduğu cami ile ilgisi nedir? Bunu kestiremez ama sanki ilgisiz de değildir. Hani “aşığa Bağdat sorulmaz” derler ya, hemen o gün çıkınını hazırlar. Hanımı sorar: Yine nereye? – Bağdat’a

    - Adam sen deli misin? – Bilmem? – Orada ne bulacağını sanıyorsun?

    - Bir salkım üzüm. Onu da bulursam. Karısı “Ya sabır” çeker, boynunu büker. Yıllardır cami cami diye sayıklayan şaşkının ilk dengesiz hareketi bu değildir ki. Sonra omuzunu silker işine döner “Amaan ne hali varsa görsün” der, “nasıl mutlu olacaksa öyle yapsın.” Takkeci İbrahim çeker çarığını yollara düşer. Ama Bağdat bulunur belde değildir. Yolda mevsimler değişir. Anadolu’nun ayazı ustura gibi keser. Elleri çatlar, ayakları şişer. Sonra kumlar ve çöller. Vahalar, palmiyeler. Hasılı aç kalır, açıkta kalır ama yılmaz. Sora sora Bağdat’ı bulur. Bu şirin şehri çok sever. İmam-ı âzam, Musa Kâzım ve Abdülkadir-i Geylani Hazretleri’nin türbelerini ziyaret eder. Sonraki günler de Cüneyd-i Bağdadi, Maruf-i Kerhi, Sırrı Sekati, Hallacı Mansur, Ahmed bin Hanbel, Behlül Dane, Bişr-i Hafi gibi velilerin kabirlerini gezer.

    RÜYALARA İTİBAR OLSA… Yapacak iş gidecek ziyaret kalmayınca Dicle kenarında bir gölgeye çöker. Arabın biri kılığına kıyafetine bakarak “Hayrola Türk” der “ne iş?” Takkeci İbrahim samimiyetle anlatır. Adamcağız teaccüb eder. “Hayret bi şey” der, “şimdi sen bir salkım üzüm için aylarını harcadın öyle mi?” – Evet öyle. – Seninki de iş yani. Hiç rüyalara güvenilir mi? Bana uykularımda hazinelerden bahsediyorlar, gülüp geçiyorum. Yok efendim, İstanbul’da Topkapı diye bir yer varmış da, orada Takkeci İbrahim diye biri yaşarmış da, onun arka bahçesinde kör bir kuyu varmış da, burada bir küp altın saklıymış da… Mış da… Mış da… Mış da… Bir sürü fasarya. Takkeci İbrahim rüyada gördüğü asmayı bulur mu, üzümü yer mi bilemiyoruz. Ama apar topar İstanbul’a döner ve arka bahçesindeki kör kuyudan küpü çıkarır. Sonra.. Sonrasını tahmin etmeniz lâzım. Elbette rüyalarındaki camiyi yaptırır. Bu öylesine sanatlı bir eserdir ki, kuytu mahalleyi kımıldatıp kıpırdatır.

    PEKİ YA ŞİMDİ Şimdilerde Topkapı darma duman. Bir koca mahalle, bitpazarı, hurdacılar kaldırıldı. Bir bakıma da iyi oldu Takkeci İbrahim Camii tekbaşına ortada kaldı. Hele etrafı da yeşillenince biblo gibi gülümseyecek. Evet Topkapı’da eski Rumeli garajının arkasında hani E-5 kenarında yer alan camiyi görmüş olmalısınız. Takkeci Camii o işte.

    Gelgelelim 4 asırlık cami perişan mı perişan. Ahşap kubbesi ile tarzında zirve olan cami akıbetine terkedilmiş. Ne dersiniz tamir ettirmek için birilerinin Bağdat’lı rüyalar görmesini mi beklesek? Not :Caminin 1592 yılında yapıldığını düşünürseniz bu hikaye en az 4 asırdır anlatılmaktadır. Ancak batılılar İslam dünyasındaki çarpıcı hikayeleri göz göre göre çalar, romanlaştırırlar. Sonra da kendi kültüründen haberi olmayan nesillerin önüne koyarlar. İşte bir zamanlar fırtınalar koparan “Simyacı” romanı bu menkıbenin kopyasıdır.

    İslâmiyet henüz dört halife devrinde Arabistan’dan taşar ve bir anda Orta Asya’yı, Kafkasları, Kuzey Afrika’yı sarar. Hak din ışık hızıyla yayılır. Belki Avrupa’ya da atlayacaktır ama önlerinde Bizans gibi hilekâr bir rakip olmasa.

    Müslüman mücahidler büyük bir aşk ile dünyaya yayılır, insanları kurtuluşa çağırırlar. Öylesine gayretli ve samimidirler ki gittikleri yerlerde muhabbetle karşılanırlar. O yıllarda Roma eski gücünde değildir. Saray fıkır fıkır kaynar, imparatorlar hile ile ayakta dururlar. Saltanatlarını devam ettirmek için insanları gerer ve olur olmaz bahanelerle müslümanlara saldırtırlar. O kadar fitne kaynatır ve öyle çok ayağa dolanırlar ki hedef olurlar. Artık bu sözünde durmayan, anlaşmalara uymayan, arkadan vuran, kısacası “devlet gibi devlet olamayan” köhne İmparatorluk ortadan kaldırılsa gerektir. Nitekim Araplar defalarca İstanbul’u kuşatır, bu uğurda dondurucu soğuklara, yakıcı ateşlere katlanırlar. Ve sıra gelir Halife Abdülâziz’e. İstişare toplantısında ilk sözü Sultan alır. Ömer bin Abdülâziz “Elbette Allah-ü teâlâ’nın gücü dinini korumaya yeter” der, “İnanıyoruz ki Müslümanlar muzaffer olacak ve bu kutlu sancağı kıtalar ötesine taşıyacaklar. Bir gün İstanbul’un alınacağını adım gibi biliyorum ama isterim ki ‘güzel asker ve güzel komutan’ müjdesine bizler nail olalım” Hoş komutanları da farklı düşünmezler. O gün hep birlikte “sefere hazırlık” kararı alırlar. Buna göre süvariler Anadolu üzerinden yürüyecek, donanma Akdeniz’den çevirecektir.

    Toplantının bitimine doğru bir genç doğrulur ve sarığından taşan saçları elinin tersiyle omuzlarına atar. Siyah sakalı ve zeytin karası gözleri ile dünyalar güzelidir. Lâkin heybeti düğme ilikletir. Nitekim koca koca komutanlar toparlanır, edeple ayağa kalkarlar. Ortalığı görülmedik bir sükun sarar. Ömer bin Abdülâziz gülünce gamzeleri derinleşen sevimli gence döner, “Buyur ya Bilâl” der, “söz senin!” Genç mücahid üstünkörü bir harita çizip Karadeniz’i gösterir. “Eğer” der, “Hristiyanlar bu sularda fütursuzca dolaşabiliyorlarsa kuşatmanın mânâsı kalmaz. Bu, her an arkamızdan vurulabiliriz demektir. Bana sorarsanız Karadeniz’de kalıcı kadırgalarımız olmalı ve onları yine o coğrafyanın çocukları dolandırmalı” – İnşaallah paralı askerleri kastetmiyorsun. – Asla. Bize bizden gerek. – Seyyid Bilal açık konuşabilirsin. Senin dilinin altında bir şeyler olmalı. – Eğer izin verirseniz. Ortaasya ve Kafkasları dolanabilir küçük ama çevik bir ordu toparlayabilirim. Halife yardımcılarına bakar. Bilâl bu, yapamayacağını söylemez, söylediğini yapar. Nitekim “İzin senin” der, destur verirler. Mücahidimiz, kardeşi Ali ve birkaç sâdık adamıyla yollara düşer.

    ÖNCE ORTAASYA Seyyid Bilâl ve arkadaşları İran üzerinden Türkistan’a çıkarlar. Olacak bu ya Horasan civarlarında şakilerin saldırısına uğrarlar. Yöreyi haraca kesen haydutlar onları garip kervancılara mı benzetirler bilinmez ama baltayı taşa vurduklarını anlar, pişman olurlar. Ucuz soyguncular yalvaran tacirlere alışıktırlar, ancak eğitimli muhariplerle karşılaşınca dağılırlar. Seyyid Bilal ve arkadaşları çete reisini esir alır, adaletin karşısına çıkarırlar. Bu hiç beklenmedik bir şeydir. Yıllardır yörenin kanını emen soyguncuların yakalanması halkı çok sevindirir, mücahidler bir anda destan kahramanı olurlar. Artık insan aramakla uğraşmazlar, zira insanlar etrafına toplanırlar. Biliyor musunuz, bütün Arablar az çok hatiptirler ama Seyyid Bilal konuşunca ünlü hatipler bile susar. Kafalarını mânâlı mânâlı sallar, “İşte hitabet buna derim” diye mırıldanırlar. Genç mücahid önce biricik kurtuluşun İslâm’da olduğunu anlatır. Sonra insanları İslâm’la tanıştırmanın ehemmiyetinden bahseder ki bunun tek yolu vardır: “Cihad!” Asyalılar bu gül yüzlü gence ısınır ve ona inanırlar. “Yeter ki sen emret” derler, “gel de gelelim, öl de ölelim”. Mübarek “benim için değil” der, “yaşamak da ölmek de Allah için olmalı” Hasılı Seyyid Bilâl ve adamları küçük bir ordu kurar, dahası Karadeniz’de dolanmaya başlarlar. İşte şimdi Halife ardından vurulmayacağını bilir ve rahat bir kuşatma yapabilir. Bizanslılar buna çok bozulurlar. İmparator Seyyid Bilal’in başına öyle bir ödül koyar ki, duyan ıslık çalar. Kafatası avcıları ellerini oğuşturur, kan tacirleri arsız arsız yalanırlar.

    BİTMEYEN SEVDA İSTANBUL Sahabe-i Kiram (âleyhimürrıdvan) orduları İstanbul’u alamazlar ama meşaleyi yakarlar. Sur diplerindeki nurlu kabirler mücahidlere hedef gösterirler. Gaziler kutlu ordunun başladığı işi bitirmek için çırpınır. İşte Seyyid Bilal dahi “güzel asker” müjdesine kavuşmak için yola çıkan yiğitlerden biridir. Karadeniz üzerinden kadırgalarla İstanbul’a yürür ama Sinop açıklarında öyle bir fırtınaya yakalanır ki…

    Mücahidler vergilerini verir, el sıkışırlar. Bu meblağ “kısa günün kârı” diyebilen için iyi paradır. Ama Tekfurun gözü yukarlardadır.

    Sinop’u ziynetlendiren mücahid “Seyyid Bilâl” Denizin şakası olmaz derler. Hele Karadeniz’in şakası hiç olmaz. İşte Seyyid Bilâl ve arkadaşlarının deryada dolandıkları günlerden birinde sular kabarır, gök kararır. Rüzgâr önce tatlı tatlı ıslıklanır sonra ortalığı koparır. Ardından kar, bora, fırtına. Bu civarda sığınabilecekleri tek yer Sinop Limanı’dır. Onlar da öyle yaparlar. Seyyid Bilâl kardeşini adamlarının başında bırakır. Yanına Medineli Zeyd’i, Buharalı Ömer’i, Semerkandlı Buğra’yı alarak Tekfur’un yanına çıkar. Tekfur onları iyi karşılar, “Canım biz de denizciyiz, halden anlarız” der, “bizim gemicilerimiz de fırtınaya yakalanınca Arab limanlarına sığınıyorlar.” Seyyid Bilâl çok şey istemez. Fırtına dininceye kadar konaklamak için keseler dolusu altın vermeye hazırdır. Yeter ki tatlı ayrılsınlar. Nitekim el sıkışır, anlaşırlar. Aslında bu gözü kara yiğitler istediklerini zorla da almaya muktedirler. Belki kaleyi feth edemezler, ama isterlerse limanı ele geçirebilir ve teknelere el koyabilirler. Hepsi bir yana Rum gemilerini ateşe verebilirler ki bu Sinop’un beli kırıldı demektir. Neyse Müslümanlar teknelerini bağlar, karaya çıkarlar. Çadırlarını çatar, kazanlarını kurarlar. Sinoplular’dan peşin parayla et, sebze, ekmek alırlar. Garip halk kârlı bir ticaretin sevinciyle uçar.

    ŞEYTANIN İŞİ YOK Gece olunca kale kapısı kapatılır, Rumlar duvarların ardında, Arablar çadırların altında uykuya dalarlar. Zaten bitab ve yorgundurlar. Gelgelelim Tekfur eli çenesinde dolanıp durmaktadır. Evet şu üç beş kese altın da iyi kazançtır ama Seyyid Bilâl’in kafası kadar değil. Eğer bunu becerebilirse Bizanslılar ona bir servet bağışlar, hâyâlini bile kuramayacağı bir gelecek sunarlar. Kimbilir belki de prenseslerden biriyle evlenir ve taht kavgalarına çomak sokar. Tekfur gece geç vakitlere kadar kâh vicdanının sesini dinler, kâh şeytanına uyar. Kadehleri devirdikçe keyfi çakırlanır. erkekliği tutar. Kini kabarır, gazabı kıpırdar. Tatlı hülyalar benliğini sarar. Şimdi bir yolunu bulup siyah saçlı genci pusuya düşürmeli ve başını vurmalıdır. Nitekim en usta silahşörlerini yanına alır ve sessizce kale bedenlerinden aşağı kayar. Fırtına durmuş, yağmur durulmuştur. Bir ara elinde kandil su başına yürüyen bir gölge görür ve sevinçten aklı başından uçar. Seyyid Bilâl teheccüd namazı için abdest almaya çıkmış, su başına yürümektedir. Onun çadırlardan iyice uzaklaşmasını bekler ve biranda etrafını çevirirler. Eh böyle bir kavga uzun süremez, genç mücahidi kargılarla köşeye sıkıştırır, kılıçla başını vururlar. Tekfur tam şehidimizin kesik başını eline almıştır ki kanı donar. Seyyid Bilal’in nurlu cesedi ayağa kalkar ve kafasını tekfurun elinden koparıp alır. Sonra üzerlerine öyle bir yürür ki köpek eniği gibi dağılırlar. Onun dirisine güç yetirirler ama ölüsü dudak uçuklatacak kadar heybetlidir. Üstelik kılıç kesmez, ok işlemez. Tekfur nefes nefese kaleye çekilir. Olayın şokuyla tırnaklarını kemirir. Adamları hafif isyan kokan bir üslupla “İşte bunu yapmayacaktık efendim” derler, “Gördünüz ki o bir aziz, Allah dostlarına kıyanlar iflah olmazlar!”

    HAY ELİM KIRILSAYDI DA

    Tekfur da pişmandır, ama ne fayda. Ertesi gün müslümanlardan bağışlanmasını ister, hatta yüce şehide kabir yeri verir, İslâmi usullerle defnine rıza gösterir. Müslümanlar çekip gider, Tekfur ısdıraplarıyla başbaşa kalır. Bir gönül ehlini katlettiği için çok bedbahttır. Hadiseyi hayatı boyunca unutamaz. Her gün garip misafirin mezarına gider, özürler diler. Hatta dahasını yapar ayağının ucuna gömülmeyi vasiyyet eder. Sadece o değil, bütün Sinoplular Seyyid Bilâl’in mezarına hürmet ederler. Zira zaman zaman kabrin üstüne nur indiğini görürler. Ozanlar Seyyid Bilâl’in hatırasını canlı tutar, onu yeni nesillere anlatırlar. Şehir hadiseden yaklaşık 600 yıl sonra Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus tarafından feth edilir. Alaattin Keykubat, Seyyid Bilal’in kabri üstüne bir türbe ve yanıbaşına bir cami yaptırır. Yanık sesli hafızlar gün boyu Kur’an-ı kerim okurlar. Yöre halkı daraldıkça Seyyid Bilâl’in kabrine gelir, onun hürmetine Allah-ü teâlâ’ya yalvarırlar. Öyle ya âlemlerin Rabbi herşeye kaadirdir. O (celle celalüh) sevdiklerinin hatırına neler yaratmazki.

    İshak Bey Selçukluların önde gelen devlet adamlarından biridir. Güçlüdür, itibarlıdır, sözü geçer. Ama bütün bunlar biricik oğlunu istediği gibi yetiştirmesine yetmez.

    Sadreddîn-i Konevî

    İshak Bey Selçukluların önde gelen devlet adamlarından biridir. Güçlüdür, itibarlıdır, sözü geçer. Ama bütün bunlar biricik oğlunu istediği gibi yetiştirmesine yetmez. Genç yaşta yataklara düşer, göz göre göre eriyip biter. Son nefesinde ellerini açar “Ya Rabbi” der, “Sadreddin’imi sana ısmarladım” ne görür bilemiyoruz ama dudaklarında bir tebessüm parıldar, gözlerini huzurla kapar. İşte o günlerde evliyanın önderlerinden Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerine Anadolu’ya gitmesi emredilir. Vazifesi nettir: “Sadreddîn’i bul ve yetiştir!”

    YOL KONYA’YA Muhyiddîn-i Arabi Hazretleri manevi işaretler üzerine Konya’ya gelir ve müstâkbel talebesini bulur. Küçük Sadreddîn’i görür görmez sever. Onun mayasındaki temizliği keşfeder. Eğer bu cevher iyi işlenebilirse âleme ışık tutan bir veli olabilir. Muhyiddin-i Arabi Hazretleri yetim Sadreddin’in manevi vesayetini almakla kalmaz, annesini de nikah eder ve ona baba olur. Hadiselere dünya gözüyle bakanlar bu evliliğe bir mânâ veremezler. Böylesine zengin ve itibarlı bir hanım dul bile olsa, beylere lâyıktır. Bu kadın nereden geldiği bilinmeyen meçhul bir dervişle niye evlenir, hem şu mağripli fukaradan ne bekler? Muhyiddin-i Arabi Hazretleri küçük Sadreddîn’i hem bilgiyle donatır, hem nefsinden kurtarır. Büyük veli nasipli Sadreddîn’e çok şey verir. Onun berrak zihnine ilmin özünü nakşeder. Dahası Halep ve Şam’a götürür. Allah aşıkları ile tanıştırır. Bunlar öylesine feyzli ve bereketli günlerdir ki gönlüne nehirler akar. Muhyiddin-i Arabi Hazretleri ile Sadreddîn’i Konevi arasında güçlü bir rabıta doğar. Artık mesafelerin önemi yoktur. Hatta onları ecel bile ayıramaz. Ölümünden sonra hocasına olan muhabbeti daha bir artar. Dizi dibinde kavuşamadığı makamlara kabri başında kavuşur. Sadreddîn-i Konevî Hazretleri babasının ardından Anadolu’yu nurlandıran büyüklerden Evhadüddîn-i Kirmânî Hazretlerinin derslerine katılır ve ondan icazet alır. Artık o kâmil bir mürşiddir.

    UYANIK OLANIN HAKKI Bir gece hırsızın biri Sadreddîn-i Konevi Hazretlerinin dergâhına girer. Ancak duyduğu tıkırtılar üzerine bir kuytuya siner. Konevi Hazretleri adım adım yaklaşır ve az ötesine seccadesini serer. Hırsız, girdiğine gireceğine pişmandır, soygundan filan çoktan vazgeçmiştir ama bu saatten sonra bana müsaade deyip çıkamaz ki. O kadar utanır ve o kadar içten tövbe eder ki yıkanıp arındığını hisseder. Eğer bu cendereden kurtulursa dürüst bir insan olacak, servetini hak sahiplerine dağıtacaktır. Gecenin bir vakti kapı çalınır. Çehresi ayın ondördü gibi parlayan biri içeri girer, öyle ki yüzünün şavkı kubbeyi aydınlatır. Esrarengiz misafir “Ey Gavs Hazretleri” der, “Yedilerden biri vefat etti. Yerine kimi tayin edelim?” Sadreddîn-i Konevî Hazretleri mânâlı mânâlı güler. “Bu mâkam, bu saatte uyanık olanların hakkı olsa gerek” der, “Bak bakalım etrafta uyanık biri var mı?” Hızır Aleyhisselam elinde çırağ ile köşeye sinen hırsızı aydınlatır. “Burada birisi var ama” der, “bilmem olur mu?” Sadreddîn-i Konevi Hazretleri “Niye olmasın” der ve onu yedilere seçerler. İşte içten yapılan tövbe insanı böyle temizler. Sadreddîn-i Konevi Hazretleri mânâ âleminde çok ilerler, lâkin ona baş gözüyle bakanlar bir fevkaladelik göremezler. Ama Çeşme Kapısı yakınlarında imamlık yaptığı küçük mescidin cemaati hariç. Bu mescidin müdavimlerinden bir kuyumcu vardır ki benzeri az bulunan bir sanatkârdır. Bir gün Selçuklu Sultanı Alâaddîn ona ceviz iriliğinde bir elmas verir ve bundan bir kolye yapmasını ister. Uzun uzun kulpunu, zincirini konuşurlar. Olacak bu ya kuyumcu oturduğu yerde elması düşürür. Sonra çıkar gider. Vezir (Sahip Atâ) döşeğin üstünde bulduğu elması sultana verir. Sultan muzip bir ifadeyle “Hay şaşkın adam” der, “dur bakalım kaybettiğini anlayınca ne yapacak?” Kuyumcu koyduğunu çok iyi hatırladığı kuşağında elması bulamayınca şok olur. Topuklarına kadar ter basar, beti benzi solar. Geçtiği yolları defalarca arşınlar ama ne bir iz bulur, ne bir nişan. Kaybettiği elmas sıradan birinin değildir ki subaşılara gitse. O telaşla Sadreddîn-i Konevi Hazretlerine gelir ve “Aman şeyhim” der, “derdime bir çare” Mübârek sakin sakin sorar “Sır tutmasını bilir misin?” – Elbette Öyleyse söyle bakalım o taş ne kadardı. – Diyelim ki ceviz kadar.

    ASLINDAN GÜZEL Konevi hazretleri yerden aldığı bir çamuru avucunda şekillendirir ve çıkarıp güneşe koyar. Sonra açar ellerini yalvarmaya başlar. Çok geçmez çamur pırıldamaya başlar. Kuyumcu sipariş edildiği üzere nefis bir kolye yapar ve sultana götürür. Sultan hayretler içindedir. İki taşı yanyana koyar ama fark bulamaz. Başka kuyumcuları çağırtır, taşın sahte olup olmadığını sorar. İşin erbabları kolyedeki taşın diğeriyle birebir aynı olduğunda mutabıktırlar. Sultan kuyumcuyu kenara çeker. “Bak iyi biliyorum” der, “Bu taştan bir tane daha yok. Hoş olsa bile almaya gücün yetmez. Söyle bunu nereden buldun?” Kuyumcu sır saklayacağına dair verdiği sözleri hatırladıkça buram buram terler, ama hırsızlıktan uğursuzluktan da yargılanmak istemez. Olanları bir bir anlatır. Sultan, Sahip Atâ’yı alarak Sadreddîn-i Konevi Hazretleri’nin mescidine gelir, ama hâlâ tereddütler içindedir. Açıktan açığa soramaz ama içinden “Bu mümkün mü hocam” der, “çamurdan elmas olur mu?” Mübarek soruyu duymuş gibi gözlerini yumar “O (Celle Celalüh) nelere kaadir değildir ki” der, “yeter ki istemesini bilelim”. Sultan kalbinden “hadi” der, “hadi şunlar da mücevher olsun da görelim.” Ve görür. Önündeki narlar irileşip yarılır, taneler yakut yakut parıldamaya başlar, tabağa düşenler çın çın ses çıkarırlar. İşte iç kale ve Alâaddîn külliyesi o cevherlerle inşa edilir.

    Şems-i Tebrizi sırların kapısını araladıkça Mevlânâ coşar. İlahi aşk üzerine içli beyitler yazar. Eşine az rastlanan bir divan şekillenmek üzeredir ancak…

    Ayrılık hem zor hem çok acıdır Hasret Şems- Mevlânâ dostluğu hikmetlerle doludur, ancak bazı nasipsizler hocalarını kendilerinden koparan garip dervişe diş bilerler. Adına kıskanmak mı denir, yoksa çekememezlik mi bilemeyiz ama dedikodu üretirler. Mevlânâ az kimseye nasip olan sırlara kavuşunca etrafındakileri göremez. İlahi aşk ile kendinden geçer. Ama Şems-i Tebrîzi sakin ve şuurludur. O değil yüzleri kalpleri okur. Gitgide artan tadsızlığın farkındadır. Mevlânâ’ya bir şey yapılmasından endişe eder. Vedâlaşmanın acısına dayanamayacağını düşünür ve geldiği gibi sessizce gider, Konya’yı terkeder. Mevlânâ Hazretleri perişan olur. Onun yokluğuna dayanamaz. Gece gündüz yoldaşını sayıklar, onun için yanık mısralar yazar.

    PİŞMAN OLURLAR AMA Günün birinde yalancının teki Mevlânâ’ya “Gözünaydın” der, “Şam’dan geliyorum, Şems-i Tebrizi’nin sana selâmı var.” Mübarek cübbesini, takkesini, elindekini, cebindekini nesi, ama nesi varsa bu adama verir. Sevenleri araya girer “Yalan söylüyor efendim” derler, “Bırakın Şems-i Tebrizi’yi görmeyi, Şam’a bile gitmedi!” Mevlânâ Hazretleri buruk buruk güler, “Biliyorum” buyurur, “ben zaten onları yalanına verdim. Hakikisine canımı verirdim!” Konyalılar bu içli manzaralar karşısında pişman olurlar. İftiracılar nefis muhasebesi yapar, nurlu misafire haksızlık ettiklerini anlarlar. Hatta “Aman Şems-i Tebrizi gelsin de” derler, “İsterse Mevlânâ bizimle hiç görüşmesin!” Celaleddîn-i Rûmî asırlar kadar uzun geçen günlerin ardından Şeyhinin izini bulur. Onu tekrar Konya’ya davet eder. “Kâbul” cevabını işitince çocuklar gibi sevinir ve oğlunu (Sultan Veled) Şam’a yollar. Sözkonusu seyahat hikmetlerle doludur. Mevlânâ’nın oğlu bu Allah dostuna çok hizmet eder. Bir köle gibi atının arkasından yürür ve bir ömür çalışsa ulaşamayacağı nimetlere kavuşur. Hallere sırlara gark olur. Gün gelir yol biter, Konya görünür.

    Mevlânâ “Geliyorlar” müjdesini getiren gence o kadar çok şey bağışlar ki kendisi fakir kalır. Şems’in dönüşü muhteşem olur. O gün bütün Konya ayaktadır. İki Hakk aşığının kucaklaşması duygu yüklüdür, en taş kalpliler bile hıçkırıklara boğulur. Şems Hazretleri Mevlana’ya döner: “Benim bir serim (başım) ve bir sırrım vardı” buyururlar, “serimi sana verdim, sırrımı oğluna!”

    AYRILIK Konyalılar bundan böyle Mevlânâ Hazretleri’nin kendilerine iltifat edeceğini sanırlar. Ama bu kez yüzünü bile göremezler. Şems anlatır Mevlânâ yazar. Şems anlatır mevlânâ yazar. İki Hakk aşığı başbaşa verir, dünyayı unuturlar. Günlerce mescide kapanırlar. Yine fısıltılar başlar, dedikodular ayyuka çıkar. Şems-i Tebrizi gibi bir veliye “büyücü mü ne?” diye kulp takarlar. Mevlânâ aldığı manevi haz ile bir şey görmez, ama Şems Hazretleri yaklaşan akıbetin farkındadır. Hatta bir ara Sultan Veled ile vedalaşır ve “Bu seferki ayrılığın acısı derin olacak” der. İşte o sıralarda bir gece (5 aralık 1247) Şems-i Tebrizi’yi dışarı çağırırlar. Mevlânâ Hazretleri sadece “Allah” diye bir ses duyar ve hızla dışarı çıkar. Ama kimseyi göremez. Yerdeki kan izlerine bakılırsa görüşmeleri ahirete kalmıştır. Çok geçmez Sultan Veled Hazretleri rüyasında Şems-i Tebrizi’nin atıldığı kuyuyu görür ve eliyle koymuş gibi bulur. Mübareğin nurlu naaşını alır medreseye defnederler. Mevlânâ Hazretleri üzerinde çalıştıkları eseri bir başına tamamlar ve adını “Divan-ı Şems” koyar. Büyük veli bundan böyle halk içine çıkar ve yeniden sohbete başlar. Şimdi daha mânâlı konuşur ve daha kuşatıcıdır. Derslerine yüzlerce kişi katılır, evine girinceye kadar etrafında pervane olurlar. Talebelerinin hepsi çok şey kazanır ama Hüsameddin Çelebi ve Selahattin Zerkûb başkadır.

    Sultanlar bile korkar Selçuklu sultanları, Celâleddin Rûmi Hazretlerine çok hurmet ederler. Hatta Alâaddin Keykûbat “Bütün erlerim benden korkuyorlar, halbuki bilmiyorlar ki ben de bu Allah erinin heybetinden titriyorum” der. Birgün Mevlânâ Hazretleri Sultan Rükneddin’in evinde peydâhlanır ve “Çabuk!” der, “Çabuk dışarı çıkın!” Onlar çıkarlar ev yıkılır. Bu aşikare keramet sultana çok tesir eder. İşte tam o günlerde bazı beyler Rükneddin’i Aksaray’a davet ederler. Sultan Mevlânâ Hazretlerine sorar. “Gitme” buyururlar, söz dinler gitmez. Ama ikinci dâvete sormadan gider ve katledilir. Mevlânâ Hazretleri şairdir, sanatkârdır ama doğru bildiğini dosdoğru söylemekten sakınmaz. Hatta bir gün nasihat isteyen sultana “Sana ne nasihati vereyim? Sana çobanlık emretmişler, kurtluk yapıyorsun, bekçilik emretmişler, hırsızlık yapıyorsun. Allah-ü teâlâ’nın nimetlerini yiyor, ama şeytana uyuyorsun!” diyecek kadar açık yüreklidir.

    Ben Kur’an’ın kölesiyim. Ben Muhammed âleyhisselâmın ayağının tozuyum. Kim benden bundan başkasını naklederse, onlardan da sözlerinden de bizârım.

    Ölüm bizim gibiler için elbette ürkütücüdür ama Hakk aşıkları hayatları boyunca o anı özlerler. Mevlânâ ölümü “Şeb-i Aruz” diye adlandırır ki “düğün gecesi” demektir. Mübarek son anını bilir ve hazırlanır. Yerine Hüsameddin Çelebi’yi vekil bırakır ve “cenaze namazımı hocam (Sadrettin-i Konevi) kıldırsın!” buyururlar. Ölüm halleri başladığında Konya beşik gibi sallanır. Bazı evlerin duvarları yıkılır, halk dehşete kapılır ama o kendini göstererek “Zavallı toprak” der, “şöyle bir lokma istiyor”. Ardından talebelerine döner ve “Sizlere açıkta ve gizlide Allah-ü teâlâ’dan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca ve namaza devam etmeyi, şehvetten kaçmayı, halkın cefasına dayanmayı, sefihlerden uzak durmayı, salihlerle birlikte olmayı vasiyyet ediyorum” der, “Biliniz ki insanların hayırlısı, onlara faydalı olandır. Hamd, yalnız Allah-ü teâlâ’ya mahsustur.”

    O anda yanıbaşlarında temiz simalı biri belirir. Hüsameddin Çelebi edeple yaklaşarak “Afedersiniz” diye sorar, “Tanıyamadım da?” Esrarengiz misafir dostça gülümser. “Bana” der, “ Azrail derler”. Mübarek çok heybetli ama çok rahatlatıcıdır. Mevlânâ Hazretleri sevinç içindedir. “Haydi!” diye yalvarır, “biran önce canımı al, beni Rabbime kavuştur.” O gün bütün Konya ayaktadır. Cenaze namazını Sadreddin-i Konevi hazretleri kıldırır, ancak bir ara duraklar. O hali sorulduğunda. “Biz kimiz ki?” buyururlar. “Onun namazını Efendimiz kıldırdı, melekler saf tuttu.”

    ONU NE KADAR ANLADIK

    Mevlânâ Hazretleri dinimizin emirlerine harfiyyen uyar. Hayatı boyunca ne raks eder, ne de ney, rubab, def, tambur çalar. Hatta bir gün yanına gelen biri “Üstadım!” der, “Müzik bana cennet kapısının sesi gibi geliyor.” Mübarek gülümser. “Doğru” der, “Ancak biliyor musun o ses, kapının açılırken değil, kapanırken çıkardığı sestir!” Evet bugün müze haline getirilen türbede birçok müzik aleti sergilenir ancak neylerden biri İhsan Sertoğlu’ndan alınır, diğer ikisi İstanbul konservatuarından getirilir (Neyzen Tevfik ile Bahaddin Ökte’ye aittir). Türbe içindeki camekânlarda Murat Öztorun’un kemençesi, Cahit Özkan’ın rubabı, Celibe Şenes’in tamburu, Şeref Tuğ’un kudümü, Laike Karabağ’ın kemanı ve Safiye Ayla’nın udu boy gösterir ancak en eskisi 1945 tarihlidir. Halbuki Mevlânâ Hazretleri şiire bile hoş bakmaz. “Dostlar sıkılmasın diye şiir söylerim. Yoksa usanmışım şiirden. Şiir nerde ben nerede?” der. Yine altını çize çize: “Ehli dünya oynar durur, bunu sema sanır!” buyurur. Onun ney’den maksadı kendi varlığından arınmış, Allah-ü teâlâ’nın aşkı ile dolmuş kâmil insandır. Mevlânâ Hazretleri bırakın çalgılı semaları, mesnevisinde: “Pes zi can kün, vasl-ı canan ra taleb Bi leb-ü bi gam migü, nam-ı Rab!” yazar ki “O halde sevgiliye kavuşmayı can-u gönülden iste. Rabbinin ismini kalbinden söyle, dudağını bile oynatma!” mânâsına gelir.

    GEL, AMA KİME?

    Mevlânâ Hazretleri ömrü boyunca insanlığı felâha (kurtuluşa) davet eder:

    “Gel, gel, her kim olursan ol gel, Müşriklerden, mecusilerden, putperestlerden de olsan gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir

    Tevbeni yüz kere bozmuş olsan yine gel!” diye çağırdığı şey yüzbirinci tevbedir. Dinimizde ümitsizliğin yeri yoktur ve İslâmiyet bütün insanlığa gelir. Bu beyitleri “o halinle gel ve o halinle kal” gibi anlamak bazılarının işine gelir, halbuki maksat çok açıktır: “İslâm’a çağrı!” Nitekim mübarek tartışmayı yine kendi beyitleriyle bitirir ve noktayı koyar: “Men bende-i Kur’an’em, eğer can darem Men hâk-i reh-i Muhammed muhtarem Eğer nâkl küned cüzin kes ez güftârem Bizârem, ezü ve zan sühun bizârem…” Ki: “Ben sağ olduğum sürece Kuran’ın kölesiyim Ben Muhammed Aleyhisselam’ın ayağının tozuyum Kim benim sözümden bundan başkasını nakl ederse Ondan da bizârım, o sözlerden de bizârım” mânâsına gelir. Bizâr rahatsızlık sıkıntı demek, onun adına bir şeyler söyleyenler Mevlânâ Hazretleri’ni bizâr ettiklerinin farkındalar mı âcâba? Ne büyük vebal ama!

    Biliyor musunuz Kırım ve Kafkaslar oldum olası kan kokar. Başı dumanlı dağlarda kartallara komşuluk yapan insanlar başlarına buyruk yaşarlar.

    Esaretten saadete

    Biliyor musunuz Kırım ve Kafkaslar oldum olası kan kokar. Başı dumanlı dağlarda kartallara komşuluk yapan insanlar başlarına buyruk yaşarlar. Coğrafyanın sertliğinden mi bilinmez çabuk parlar, çabuk kapışırlar. Eh zaman zaman kavgalar yaşanır. İşte böylesi mücadelelerden birinde Tatarlar baskın çıkar Çerkezleri esir alırlar. İçlerinde bir delikanlı vardır ki gücü kuvveti yerindedir ve iyi para yapar. Esir tüccarları bunu Kefe’de pazara çıkarırlar.

    Bu temiz simalı genç bir bezzazın dikkatini çeker. Bedelini ödeyip alır ve dükkanına getirir. Tüccarın ilk işi kölesinin ayağındaki prangaları sökmek olur, sonra birlikte yemek yerler. Sahibi delikanlıyı berbere, hamama yollar, ardından üstüne yakışan bir elbise ısmarlar. Artık dükkanın üstündeki odacık ona aittir. Burada basit ama zevkli eşyalar vardır. Sedir, kilim, post, döşek, küçük bir soba güğümler, çaydanlıklar… Çerkez genci aylardan sonra ilk defa deliksiz uyur. Ne paslı zincirler, ne küflü dehlizler. İstediği an kapıyı açıp kaçabilir ama bunu asla yapmaz. Zira lûgatinde “ihanet” gibi bir kelime yazmaz.

    MUHABBET DENİLEN ŞEY Aradan günler geçer. Delikanlı sahibinin beklediğinden de zeki çıkar. Almayı satmayı çabuk kavrar. Kısa bir süre sonra, benzer kumaşlar arasından kalitelisini ayırt eder ki yetişti demektir. Patronu ona itimat eder. Kasanın anahtarını bile ona bırakır, kazandırdığından pay ayırır. Hatta bir gün azad kağıdını bırakıverir önüne… Delikanlı ağlamaklı olur, çok hislenir. Halbuki matah bir yanının olmadığını iyi bilir. Yaşlı tüccar elini sallasa 50 tane uşak bulur ki bu iklimin insanları en az kendisi kadar beceriklidir. Bir gün Kefe’de yerleşen yaşlı bir Çerkeze içini açar: “O kadar iyilik görüyorum ki anlayamıyorum” der, “Bilmem ki bu tüccar benden ne bekler?” Yaşlı Çerkez uzun uzun güler. “Yavrum bu onların dininin gereği” der. Müslümanlar kölelerine yediklerinden yedirmek ve giydiklerinden giydirmekle mükelleftirler.” Bu sözler gencin içinde fırtınalar koparır. Fazla düşünmez, sessiz sedasız cemaata karışır. Önceleri hareketlerini önündekine yanındakine uydurmaya çalışan bir acemidir ama kısa sürede namaz kılmayı öğrenir. Dahası cemaatin büyüklerinden kendine bir İslâm ismi koymalarını ister. Aksakallının biri “Süleyman olsun” der ve öyle de olur.

    HACI SÜLEYMAN AĞA Hani derler ya dünya kimseye kalmaz. Biricik ustası ansızın vefat eder. Mal mülk satılır, uzak illerdeki mirasçılara yollanır. Süleyman kalır mı bir başına. Ama artık o meslek erbabıdır. Kenara koyduğu üç beş kuruş ile ticarete başlar ve iyi kazanır. Gün gelir yanında insanlar çalıştırır. Adamlarına yaşlı tüccardan gördüğü gibi davranır. Bir bereket, bir bolluk sormayın. Derken Süleyman Ağa’yı bir Haremeyn hasreti sarar. Hacca gider. Döner ama gönlü orada kalır, işte o günlerde hoş bir rüya görür. Güya Kefe’nin tam karşı sahilinde, Sinop’tadır. Elinde yeşil bir sancak vardır. Onu sallaya sallaya yürür, ardına pırıl pırıl insanlar takılır. Nitekim kale kapısından çıkar ve sancağını yere çakar. Hakk aşıkları fevç fevç gelir, tekbir getirirler. Uyandığında bu rüyanın manevi hazzı ile doludur. Hemen Kefevi Camiine koşar, rüyasını erbabına anlatır. Ona “senin neslinden salih bir oğul gelecek ve insanları irşad edecek” derler. Hakikaten bir oğlu olur. Süleyman Efendi oğlunun yetişmesini çok ister. Mahmud zeki bir çocuktur. Hele Takiyyüddîn Kefevi gibi bir alimin elinde tozu alınmış cevher gibi parlar. Zahiri ilimleri çabucak kavrar, tasavvufa merak salar.

    AH GÜZEL İSLAMBOL Molla Mahmud, Kanunili yıllarda İstanbul’a gelir Sahn-ı seman medreselerinde ilim devşirir. Kadızade, Abdurrahman Efendi, Mâlul Emir hoca ve Seyyid Abdülkadir gibi âlimlerin elinde şekillenir ki bunların her biri ayrı zirvedir. Nitekim Gürani Medreselerine müderris olarak tayin edilir. Ancak babasının içindeki Sinop sızısı bu kez ona sirayet eder ve önü çok açık olmasına rağmen müderrisliği bırakır. Medrese arkadaşları, meselâ Şeyh-ül İslâm Çivizâde, Zekeriyya Efendi, Kazasker Abdülganî, Behâeddînzâde ve Mevlânâ Saadeddîn yalvarıp yakarırlar. “Sen içimizde en kâbiliyetlimizsin” derler, “N’olur müderrisliği bırakma. Senin yerin sultanların yanı olmalı” Ama o aldığı işaretlerin cezbesindedir, arkadaşlarına aldırmaz. Çeker çarığını uzaklara gider. Sinop’ta ne vardır bilinmez onu çeker. Gelir babasının sancak diktiği yeri satın alır. Buraya bir cami ve talebe odaları yaptırır. Hem talipleri okutur, hem de yıllardır derlediği müsveddeleri kitaplaştırır. Bu çok emek isteyen ama eksikliği çok duyulan bir çalışmadır. Adem Aleyhisselamdan o güne kadar yaşamış olan 809 meşhuru anlatır, ki içlerinde peygamberler, sahabeler, mezhep imamları ve veliler vardır.

    Aşıkların eşiği 63 yaş Mahmud Kefevi Hazretleri zahiri ilimlerde parmakla gösterilir. Ancak o dahasını ister. Şimdi bir kâmil mürşide varmalı, sırlara kavuşmalıdır. Bu nasıl samimi bir istektir ki mürşidi ayağına getirir. Mahmud bin Pir Ali Hazretleriyle tanışırlar. Artık kutlu dergâh Hakk aşıkları ile dolar, taşar. Mahmud Kefevi Hazretleri’nin bir özelliği güçlü rabıtasıdır. Alemlerin Efendisini sık sık rüyada görür ve müşküllerini ona sorar. İşte aşk ateşi ile dolup taştığı gecelerden birinde yine Server-i âlemin huzurundadır. Büyük bir edeb ve tevazu ile “Ya Resulallah” der, “Benim ömrüm hep böyle hasretle mi geçecek? Şu alçak dünyadan ne vakit kurtulur, size ne zaman kavuşurum?” Efendimiz (Sallallahü âleyhi ve sellem) “Bu beş bilinmeyen husustan biridir. Allahü teâlâ onları kimseye bildirmedi. Ancak sen ömrünle de bize benzersin” buyururlar ki işaret açıktır. Mahmud Kefevi Hazretleri 63 yaşına iyi hazırlanır ve o sene vefat eder. Sinoplular onun eksikliğini çok hissederler.

    Anadolu’yu nurlandıran büyük insan Abapuş-i Veli, küçük oğlu Mehmed Çelebi’ye çok ihtimam gösterir. Çünkü o sıradan bir çocuk değildir

    Mehmed Çelebi çocukluğundan farklıdır. Onun oyunla, oyuncakla işi olmaz, ufacık cübbesine bürünür, bir köşeye büzülür. Gözlerini iri iri açarak büyüklerin sohbetini dinler. Yıllanmış dervişlerin bile anlamakta güçlük çektiği meseleleri kolayca kavrar. İnsanı hayrete düşürecek bir zekası ve berrak bir hafızası vardır. Akranlarının çığlık çığlığa koşturdukları saatlerde kuytulara çekilir, tefekkür eder. Her anını zikirle süsler. Gece teheccüd namazını aksatmadığından olacak çok heybetlidir. Abapuş-i Veli “yavrum küçüktür” demez. Onu dünya nimetlerinden mahrum eder. Nefse zor gelen ne varsa yapmasını ister. Açlık ve uzletle geçen günlerin ardından sisler dağılır. Hakikat sırları sızmaya başlar. Gökler duvak duvak açılır ve öteler görülür. Çevresindekiler değişimin farkındadırlar, ona hürmette bulunurlar. Ama o parmakla gösterilmekten hoşlanmaz. Kendini yollara atar, önce Konya’ya koşar. Mevlânâ Hazretleri’nin manevi huzuruna çıkar. Burada yüreğine öyle bir ateş düşer ki, odun ateşine güler. Alevleri gonca görür, közleri okşar geçer.

    DİVAN İRAN’DA Biliyorsunuz Timur ile takışan Bayezid telâfisi zor bir yenilgi alır ve Osmanlı’nın yıkılmasına ramak kalır. Şimdi “bu savaş niye oldu” gibi mânâsız bir münâkaşaya girmeyeceğiz. Zira o devrin şartlarını bilmeden yorum yapan hata eder. Yalnız bildiğimiz şu ki Timur en az Bayezid kadar ilme merâklı, âlimlere hürmetkârdır. Meselâ Konya’dan çok hoşlanır, Mevlânâ’nın tesirinde kalır. Bu büyük velinin türbesini defalarca ziyaret eder ve buradan bir hatıra almak ister. Gözüne Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin elceğizi ile yazdığı Divan-ı Kebir takılır. Eh ona itiraz ne mümkündür, hem kimin haddine? Hasılı kutlu yadigar sarılır sarmalanır, Semerkand’a taşınır. Ancak Asya’da çatışmalar durulmaz. Timur cepheden cepheye koşarken Divan-ı Kebir’i yitirir. Nurlu Divan’ı kimler alır, kimler satar bilmiyoruz, ancak yıllar sonra Şah İsmail’in eline geçer. İşte o günlerde Celaleddin-i Rumi, dervişimizin rüyasına girer. “Divanımı bidat ehlinin elinde bırakma” der, “Git, al, getir ve yerine koy!” Çelebi Mehmed hemen o gün yola çıkar. Akranları “Şah İsmail gibi zalimin elinden kitap almak kolay mı?” deseler de aldırmaz. Divan-ı Kebir’i kurtaracağından adı gibi emindir. Aksini aklına bile getirmez. Zira onlar hocalarına “yıkayıcının elindeki ölü gibi” tabi olurlar. Gözlerini kapar, emredileni yaparlar.

    MÜTHİŞ VAKAR Çaldıran öncesi Şah İsmail’in daileri Anadolu içlerine sızar, misli görülmedik propagandalar yaparlar. Muhaliflerinin evlerini yıkar, ekinlerini yakarlar. İşte Çelebi Mehmed kanla yıkanan coğrafyada tehlike ve tehditlere aldırmadan ilerler. Her konakladığı yerde halkayı kurar ve bildiği gibi konuşur. Şah’ın fedaileri ona mani olmaya çalışır, ancak başarılı olamazlar. Zora başvuranlar ibretlik yaralar alırlar. Eli kuruyanlar, dili tutulanlar, aklını oynatanlar… Artık ocak başlarında o konuşulur, ozanlar onu anlatırlar. Mehmed Çelebi elini kolunu sallaya sallaya ordugâha ulaşır. Şah İsmail halk üzerinde böylesi tesiri olan biriyle takışmak istemez, öncelikle onu kazanmanın yollarını arar. Ancak Çelebi Mehmed “Bana yapacağınız tek ikram var” der, “Divan-ı Kebir’i teslim etmek!” Şah “Divan kolay” der, “Ama sizden istifade etsek gerek. Bu akşam soframıza buyurmaz mısınız?” O akşam için görülmedik hazırlıklar yapılır. Keşkekler hazırlanır, ayranlar çırpılır. Halılar yayılır, sofralar açılır. Dolmalar, köfteler, kuzular, pilavlar… Şah fedailerinden birinin eline bir maşraba şerbet tutuşturur ve “ne yap yap bunu ona içir” der. Bu maşrabada öyle bir zehir vardır ki tek damlası filleri yıkar.

    Sultan Divani eline sıkıştırılan kaseye gülerek bakar.

    Zehir bize n’eylesin?

    Hani derler ya: “Gönül ne çay ister, ne çayhane. Gönül sohbet ister hepsi bahane”. Çelebi Mehmed’e “sohbet” denmesin, bulduğu her fırsatı değerlendirir. Velev ki davet eden Şah olsa bile. İşte o gün baldan tatlı üslûbu ile Efendimizi ve şanlı eshabını anlatır. Sanki davetlileri Medine’ye götürür, mukaddes mekânları gezdirir. Tam sohbetin şekerleştiği demlerde hizmetçi şerbet maşrabasını Çelebi’nin eline tutuşturur. Çelebi bir şerbete, bir Şah’a bakar. Şah’ı hiç yaşamadığı bir korku sarar. Elleri titrer, nefesi daralır. Çelebi “böyle bir şeyi neden yaptın?” gibilerden bakar ve maşrabayı uzatarak “Buyrun şahım” der, “birlikte içelim”. Şah dehşetle boğazını tutar ve gayri ihtiyari ayağa kalkar. Manzara açık ve yüz kızartıcıdır.

    MİRZA ELKAS ŞOKU Halk Şah İsmail’i çok ayıplar. Öyle ya, hasım bile olsa misafir misafirdir ve böylesi hilekâr cinayetler sultanlara yakışmaz. Çelebi Mehmed “Allah-ü teâlâ istemedikten sonra zehir neylesin” der ve şerbeti içer. Sonra tarifi zor bir heybetle ayağa kalkar ve Divan-ı Kebîr’i ister. Şah o kadar mahçuptur ki “Hayır” diyemez. Çelebi Mehmed Mevlânâ Hazretleri’nin elceğizi ile yazdığı divanı öper, koklar, başına koyar. Ondan öyle beyitler okur ve öylesine hoş açıklar ki dinleyenler cezbeye kapılırlar. Sarılanlar, ağlayanlar, eline eteğine kapananlar… Şah’ın oğlu Mirza Elkas tövbekârların başını çeker, esrarengiz dervişin hizmetine girer. Müstakbel tacını tahtını elinin tersiyle iter ki, bu tavrı babasının canını sıkar. Şah İsmail öyle kolay pes eden biri değildir. Onlara dönüş yolunda pusular kurar. Peşlerine müfrezeler takar. Ama Allah dostları kınından sıyrılmış kılıç gibidir. Onlara çarpanlar iflah olmazlar. İşte bu hadiseden sonra Çelebi Mehmed’in adı “Sultan Divani”ye çıkar.

    ZİNDANDAKİ VELİ İbrahim Gülşeni Mısır’ı nurlandıran velilerden biridir. Mübârek mütevazı dergâhında sessiz sedasız hizmet eder. Kitaplar yazar, talebeler yetiştirir. Halk bu gönül ehlini çok sever. Halkasına katılanlar katlana katlana artar. O yıllarda Şah İsmail ile ittifak halinde olan Kansu Gavri, İbrahim Gülşeni Hazretleri’nden destek ister. Akla gelecek herşeyi önüne serer. Ancak büyük veli onu reddeder, dahası “fitneden kaçınmasını ve Osmanlı ile takışmamasını” öğütler. Kansu öfkeyle yanıp kavrulmaktadır. Bırakın nasihat dinlemeyi, mübareği zindana attırır. Ama bu dünya ona da kalmaz. Yavuz Mercidabık’da onu öyle bir yener ki kahrından ölür, cümle âleme rezil olur. Yerine geçen Tomanbay, Kansu’nun yolunda gider. İşte o günlerde Sultan-i Divani, Mevlânâ’dan aldığı bir işaret ile yola çıkar. Mısır’a gelir. Samimi müminler onu hoş karşılar, etrafında halka olurlar. Hatta birlikte hapishaneye gider, İbrahim Gülşeni Hazretleri’ni ziyaret ederler. Ancak kalabalık öyle artar, öyle artar ki muhafızlar kapıları tutamaz olurlar. Mevlânâ Hazretleri’nin tasarrufu onları bir zırh gibi kuşatır. Bunu yüreklerinde hisseder, ürkekler bile cengaver kesilirler. Çok geçmeden askerler gelir, hapishaneyi kuşatırlar. Ancak hücuma geçtikleri anda öyle bir şamar yerler ki elleri ayakları boşalır. Asker ikinci saldırı emrine itiraz eder, hatta bir kısmı açıkça isyan çıkarır, karşı tarafa geçer. Tomanbay’ın önünde tek tercih vardır, Gülşeni Hazretleri’ni hürriyetine kavuşturmak. O da öyle yapar.

    SELİM’LE DOST OLURLAR Sultan Divani keramet göstermekten çok sakınır. Ancak o istemese dahi etrafında harikalar olur. Kış günü altına oturduğu ağaçlar çiçek açar, dallar meyveye dururlar. Tarihçiler 2.Bayezid ile Abapuş-u Veli arasındaki dostluğu kitaplarına alırlar. Aynı şekilde oğulları (Sultan Divani ile Yavuz Selim) arasında da imrenilecek bir muhabbet vardır. Meselâ bir keresinde Şam taraflarında karşılaşırlar. Yüce Veli cihan padişahından Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin kabrini onarmasını ister. Padişah boyun eğer. “Emrin olur” der. Sultanı Divani bir gün aniden rahatsızlanır. Talebeleri tabib bulmak için sağa sola seyirtirler. Mübarek mânâlı mânâlı güler, “Yorulmayın” der, “Şimdi ilaç ve hekim gailesi olmayan bir yere gidiyorum” ve gider, ardından nurlu izler bırakarak gider. Sadrazam Kara Mustafa Paşa ona muhteşem bir cami ve türbe yaptırır. Bu cami zaman zaman yıpranır. En son 2. Abdülhamid han tarafından onarılır ki, Ulu Hakan kapı motiflerini bizzat elceğizi ile işler.

    Ulu Cami çok müezzin görür ama Muhammed Üftâde gibisini asla…

    Kadife sesli müezzin Yıl 1490’lar filandır. O yıllarda Bursa’da samimi Müslümanlar yaşar. Bunlar isimsiz insanlardır ama kalplerinde Allah’ın ve Resulullah’ın aşkı vardır. İşte Manyaslı Mehmed Efendi ve ailesi kendi hallerinde tıkırdayıp giderler. Kaç tane çocukları vardır bilmiyoruz ama en büyüklerini çok severler Zira Muhammed’in doğuşu eve bereket getirir. Annesi onu doğurduktan sonra birbirinden güzel rüyalar görür içi ferahlar. Oğlunun büyük bir âlim olacağına inanır. Ama alçak dünyanın düzü yoktur. Evin efendisi ansızın ölür. Kadın yarım düzine çocukla kalır mı başbaşa. Muhammed hisli ve zeki bir çocuktur. Annesi “Ama sen daha çok küçüksün” dese de ipekçilerin yanında iş bulur ve çalışmaya başlar. Fukaralık yine vardır, ama mutludurlar.

    MİNİK DERVİŞ Muhammed her iş dönüşü mutlaka Ulucamiye uğrar. Bir kuytucuğa oturup aksakallı bilgelerden hisse kapar. Bu kendi halinde çocuğun ince mevzulardan ne anladığı veya ne anlamadığı kimsenin umurunda değildir. Ama garibi kırmaz, rahatsız da olmazlar. İpekçi, baba adamdır. Muhammed’in hevesini farkeder ve onun önünü açar. İlk defa düzenli bir tedrisat alan küçük talip bir anda arkadaşlarına fark atar. Hocaları onun boş olmadığını anlarlar. Gün gelir çok sevdiği Ulucami’ye müezzin yaparlar.

    Müezzin Muhammed imsak vakti camiyi açar ve en son o çıkar. Camları siler, halıları süpürür, şadırvanları yıkar. Onun kadife yumuşaklığında berrak ve pürüzsüz bir sesi vardır. Çok bağırmaz ama onu herkes duyar. Kulakların pası akar, yürekler yunur yıkanırlar. Müezzin Muhammed kâh hüzünlü, kâh neşeli okur, kâh yumuşacık, kâh çok yanık. Cemaat bazen güler, bazen ağlar, ümit ile korku arasında dolaşırlar. Biliyor musunuz bu bülbül sesli müezzinimiz sanatkârdır da. Yüreği aşk ile dolduğu demlerde içli beyitler yazar. Mesela çok sevdiği nurlu cami için söylediği “Yâ câmi’al kebîr ve yâ mecma’alkibâr / Tûbâ limen yezûruke fil-leyli vennehar” beyti batı kapısında asılıdır. Sevimli müezzinimiz bir gün rüyasında Emir Sultan Hazretlerini görür. Ona “Sen vaaz et” buyururlar. Mübarek “ben kimim, hem vaaz ne haddime” demez, boyun eğer. Öyle ya emri veren feyzinden de hissedar eder. Muhammed Buhari Hazretleri’nin manevi zırhına bürünerek kürsüye çıkar. Çıkış o çıkış. Bursalılar parmaklarını ısırır, hayran kalırlar. Onun sohbetleriyle duymadıklarını duyar, anlatamadıkları tatlar alırlar.

    FARSÇA BİLMİYORUM Kİ? Ardından Mevlânâ Hazretleri’yle bir hâl yaşar. Büyük veli ona “Mesnevi okumasını ve okutmasını söyler” Garip müezzin boynunu büker “Ama ben” der, “Farsça bilmiyorum ki” Mevlana ona öylesine dolu dolu bakar ki içi erir. Kendine geldiğinde Acemleri kıskandıracak kadar fasih bir lisanı vardır. Halk izah edemese de ondaki değişikliğin farkındadır. Belki de bu yüzden “Üftâde” derler onun adına.

    Bir zamanlar orta Anadolu’yu misli zor görülen bir Resulullah aşkı sarar. Yanık sevdalılar salât ve selâmlarını sabah rüzgarlarına ısmarlarlar. Münevver Medine içlerini yakar ama mukaddes topraklara gidemeyecek kadar fukaradırlar

    Niye öyle yaparım bilmem üç adımlık mesafeyi 10 saatte alır, anayoldan ayrılan her patikaya girer çıkarım. Adına kuytuların tutkusu, Anadolu aşkı, macera, gizem, serüven ne derseniz deyin. Huy işte. Kızılcahamam civarlarında otobandan ayrılan bir yol var ki yıllardır içimde ukdedir. Şu Çamlıdere denilen yere niye gidemedim bilemem. Ama bu kez atlamıyorum. Dar ve virajlı bir yoldan döne döne ilerliyor, küçük küçük tepeler aşıyorum. Kasaba ansızın karşıma çıkıyor. Kiremit kızılıyla, badana akının netleştiği yerde el frenini çekiyorum. İşte bu fotoğraf kaçmaz. Makinemi alıp iniyorum. Kadrajı ayarlarken uzak bahçelerden ceviz toplayan çocukların sesi geliyor. Taa karşı tepede bir teke böğürüyor. Ötelerde ama çok ötelerde bir kamyon olmalı. Rampada zorlanıyor mu bilinmez, motor inim inim inliyor. Sesi ansızın boğulup azalıyor, sanırım keskince bir virajla vadiye iniyor. Sonra. Sonra sessizlik. Kulaklarım bir hoş oluyor. Çamlıdere adıyla mütenasip bir belde. Çamı da var, deresi de. Burası kendi halinde, hatta biraz fazla kendi halinde. Ortalıkta üç beş esnaf görünüyor, birkaç asmalı kahve. Bunlar sıradan şeyler, ama kasabaya hakim tepede kurulan külliye dikkat çekecek kadar sıradışı. Tabelâsında aşina bir isim okunuyor: “Ali Semerkandi Hazretleri!”

    BİR ZAMANLAR Yıllar evvel ama uzun yıllar evvel (13. Yüzyılda) Çamlıdere kervan geçmez bir beldedir. Ahalisi fakir, ama tok gözlüdür. İnançlı ve samimidirler. Alemlerin Efendisi’ni “aşk” derecesinde severler. İçli içli “ah” çekerek Mescid-i Nebiyi ve Ravda-i mutahhareyi hayal ederler. Ah, bir anlığına Şebeke-i Saadet’in önüne ulaşabilseler ve bir kez olsun “Şefaat ya Resulallah” diyebilseler… Ama o fukaralık yok mu, bellerini büker. Ali Semerkandi Hazretleri adı üzerine Semerkandlı’dır. Düzenli bir tedristen geçer, büyük alimlerin önünde diz çöker. Şam, Isfahan ve Kudüs’te nice sohbetlere katılır, feyz derler. Derken Mekke-i Mükereme’ye gelir. Şehrin eşrafı onun farkını hisseder, mihrabı gösterirler. Uzun yıllar Kabe-i Şerif’de imamlık yapmakla şereflenir. İslâm âleminde Kâbe imamlığı büyük bir güçtür ve önü açıktır. Ancak o bırakmasını bilir. Sıradan bir derviş gibi Mescid-i Nebiye gelir ve kutlu Ravda’ya hademe olur. Siler, süpürür, yıkar, kurutur. Efendimiz ile aralarında anlayamayacağımız bir ünsiyet kurulur. Mânâ âleminde yaratılmışların en üstününe “evladlıkla” müjdelenir. Artık Ali Semerkandi’nin gönlüne okyanuslar akar, marifet deryalarından inciler toplar.

    AŞIKLARIMIN YANINA İşte Çamlıdere halkının Server-i âlem aşkıyla tutuştuğu demlerde P

    Wednesday, July 25, 2012

    Yeni Güzel Desenli Havlu Kenarları Örnekleri 2012


    Konu İçeriği:Yeni Güzel Desenli Havlu Kenarları Örnekleri 2012-2013, Son Moda Desenli Havlu Kenarı Modelleri, Şık ve Renkli Desenli Havlu Kenarı Çeşitleri..




    Son Moda Desenli Havlu Kenarı Modelleri, Şık ve Renkli Desenli Havlu Kenarı Çeşitleri




































    Sponsor Bağlantılar



    Tuesday, July 24, 2012

    Stephane Rolland







































    2012 Couture yakalar üzerindeki formlarla oynayarak farklılık yaratmaya çalışmış ben en çok 5. resimdeki elbiseyi beğendim :)

    Sunday, July 22, 2012

    Okul Yolu









    Okul yolu oyununda sevimli kız okul servisini kaçırıyor. Sizde ona yardımcı olacak ve diğer durağa kadar yürümesini sağlayacaksınız. Oyunumuz yüklendikten sonra Play butonuna basarak oyuna giriş yapın. Daha sonra kızın yolunda ona engel olabilecek ne var ise yok edin. Bunun dışında istediği şeyleri alın ve yardım edilecek hayvanlara yardımcı olun. Bu işlemlerin hepsini yapabilmek için mouse kullanmanız yeterli olacaktır. Okul yolu oyununda kıza zarar gelmemesi gerekli. Hepinize iyi eğlenceler dileriz..


































    Friday, July 20, 2012

    Arabanı Oluştur


    Hatırlıyor musunuz çocuklar birkaç sene önce bazı televizyon kanallarında ünlülerin arabaları modifiye ediliyordu. İzlenme rekorları kıran bu tip programlardan sonra arabaların üzerine modifiye yapmak ve kaportalarına çeşitli desenlerle modifiye yapmak son derece moda haline geldi. Hatta bu işlem sadece lüks … Continue reading Source: www.abiyetr.com

    Modern tesettür ve Osmanlı Kaftanları Defilesi

    Ana Sayfa //
    Güncel Haberler //
    Modern tesettür ve Osmanlı Kaftanları Defilesi


    Muammer Ketenci’nin kreasyonlarının yer aldığı modern tesettür ve osmanlı kaftanları defilesi yapıldı. Defilede Ece Gürsel ve Tatyana gibi birbirinden ünlü mankenler yer aldı. Defilede modern tesettür elbiseler, osmanlı kaftanları, günlük tesettür kıyafetler yer aldı. Engelli çocuklara destek sağlamak amacıyla hazırlanan elbiseler, “Umut Işığı” adlı defilede ünlü mankenler tarafından sergilendi.


    modern tesettr defilesi Modern tesettr ve Osmanl Kaftanlar Defilesi


    -Küçükçekmece Belediyesi’nin katkılarıyla ünlü modacı Muammer Ketenci tarafından engelli çocuklara destek sağlamak amacıyla hazırlanan elbiseler, “Umut Işığı” adlı defilede ünlü mankenler tarafından taşındı.


    Küçükçekmece Belediyesi önderliğinde, ünlü modacı Muammer Ketenci’nin tasarımları, engelli çocuklar yararına düzenlenen “Umut Işığı” adlı defilede beğeniye sunuldu. ‘Modern tesettür ve Osmanlı kaftanları’nın sergilendiği Küçükçekmece Belediyesi Nikah Sarayı’nda düzenlenen defileden elde edilen gelir, engelli çocuklar için kullanılacak. Defilede ünlü mankenler Tuğba Özay, Ece Gürsel ve Nilay Dorsa podyuma çıktı. Defileden önce verilen kokteylde birçok ünlü isim bir araya geldi.


    Gecede konuşan ünlü tasarımcı Muammer Ketenci, “2012- 2013 kış koleksiyonunu sunmak üzere 4-5 ay öncesinden hazırlıklara başlamıştık. 2012- 2013′ü dedik ki modern tesettür modasına uyarlayalım. Bu fikir yayılıyor ve Belediye Başkanımızın kulağına gidiyor. ‘Hemen bir defile ile halkımıza sunalım ama bunu engelli çocuklara ve onların eğitimine yapalım ne dersin’ dedi. Bu teklifi bana sununca ben de tabii havalara uçtum. Çok keyif aldım. Buradan çok güzel üç elbiseyi açık artırmaya koyuyoruz. Ünlü iş adamları, üst bürokratların vereceği bağışlarla elbiseler satışa çıkacak. Bu elde edilen gelirle engelli çocuklarımızın çeşitli ihtiyaçları karşılanacak. Top modellerimiz Ece Gürsel, Tatiana olsun ve diğer 15 manken, burada engelli çocuklar için, onların eğitimi için burada ücretsiz olarak podyumda boy gösterecekler. Ayrıca birçok ünlü sanatçı isim, bu projenin destekçisi bugün bu koltuklarda oturacaklar” dedi.





    Kaynak: İnegölhaber



    BU SAYFAYI SIK KULLANILANLARA EKLE

    Wednesday, July 18, 2012

    Arpacik soganli yahni tarifi








              Gecen gun ne zamandir tarifi ben de olan ve yapmak isteyipde bir turlu yapabilmek kismet

              olmayan yahniyi denedim. Ben cok beyendim tarifi galiba netden  almisimdir.

              Genelde ben  internetden bakarim yapdigim yemeklere. Her zaman tabiki tarifler tutmuyor

              ama eger yapdigim tarifi beyenirsemde  yemek defterime hemen ekliyorum. Tarifi cok basit

              yazicam simdi zaten:)

      MALZEMELER

    500 gr arpacik sogan (soganlari ilik suda bekletelim daha kolay temizleniyor)

    kusbasi et

    1 adet orta rendelenmis domates

    1 yemek kasigi domates salcasi

    kimyon

    karabiber

    kirmizi biber

    tarcin kabugu (ben yarisini kirdim kullandim)

    1,5 yemek kasigi sirke

    1,5 yemek kasigi sivi yag

    2 adet defne yapragi

    2 dis ince dogranmis sarimsak

    1 adet kucuk kesme seker

     YAPILISI

    Eti duduklude haslayalim. Ayri tencerede sogan ve sarimsagi hafif kavuralim. Uzerine haslanan eti

    ilave edip biraz daha kavuralim. Domates ve domates salcasini ekliyelim. 2bardak sicak su ilave edip karistiralim. baharatlarimiz katalim. Soganlar yumusayincaya kadar pisirelim.

    Doga ile basbasa








    Ufak bir gol gezisi  yapdik ve birkac resim cekdim. Resim cekmeye de alisiyorum blog  sayesinde. Hava  yagmurlu basladi  bir ara acilir gibi oldu ama yine yagmur atisdirdi.

    Manzara ozellikle o gol kenarindaki  evler muthisdi. Evlerden hangisini cekiyim diye

    dusunurken benim arizali olan makinamin sarji bitti ve hic o harika evleri cekemedim malesef

     sadece elimde bir kac resim kaldi okadar bu muhtesem yerden.





























     Eve donus yolu :((( Cok guzeldi eminim hava gunesli olsa daha da guzel olucakti fotolar ama burasi

     boyle genelde yagmurlu zaten o yuzden bu kadar yesili bol.






    Friday, July 13, 2012

    Yağlı ciltlerin tedavisi için pratik öneriler!

    yağlı ciltler için tedavi yöntemleri bilgileri pratik önlemler…


    Cilt problemleri içerisinde yer alan ve fazlasıyla can sıkabilen yağlanmalar konusunda önemli bilgiler sunuyoruz hanımlar. Bu bilgileri takip ederek sizlerde cilt yağlanma sorunlarınızdan kurtulabilir, bu şekilde fark yaratan sağlıklı bir cilde kavuşabilirsiniz… İşte yağlı cilt yapısından kurtaracak doğal çözüm yöntemleri;



    Limon suyu ve salatalık


    Limon suyu ve salatalık karışımı yağlı cildinizle baş etmenizde size çok yardımcı olabilir. Bir salatalığın suyunu çıkarın ve bu suya taze sıkılmış yarım limonun suyunu ekleyin. Bir pamuk yardımı ile bu karışımı banyoya girmeden yarım saat önce cildinizin yağlı bölgelerine uygulayın.


    Tuzlu su etkisi


    Sprey başlıklı orta boy bir şişenin içine iki parmak kadar su, bir tutam tuz koyun ve tuz eriyene kadar iyice çalkalayın. Bu karışımı günde en az bir defa cildinizin yağlı bölgelerine sıkın ve kâğıt havlu kurulayın. Eğer düzenli olarak bu uygulamayı yaparsanız değişikliği rahatça fark edebilirsiniz.


    Soğuk su spreyi


    Yeterince soğuk bir suyu sprey başlıklı bir şişenin içine koyun ve her gün yüzünüze sıkın. Bu basit uygulama sayesinde cildinizin yağ problemi sizin için bir sorun olmaktan çıkacak ve gözenekleriniz sıkılaşacak.


    Domates püresi


    Domates püresi ile cildinizi doğru oranda kurutabileceğinizi biliyor muydunuz? Bir domatesin kabuklarını soyun ve iyice ezerek püre haline getirin. Cildinizin yağlı bölgelerine bu domates püresini uygulayın ve 10 dakika kadar bekleyin. Sonrasında soğuk su ile yıkayarak temizleyin.


    Bir önceki yazımız olan Vakko Şal başlıklı makalemizde 2011 vakko şal, 2011 vakko şal modelleri ve 2011 vakko şal modelleri ve fiyatları hakkında bilgiler verilmektedir.







    12 Temmuz 2012, 13:41:11; Kategori: Cilt Bakımı.


    Thursday, July 12, 2012

    Harika Gelinlikler









    Birbirinden güzel gelinlikleri bu oyunda giydirebilirsiniz. En harika akseusarlar ile de gelinlikleri süsleyin. Çok güzel bir sonuç olacaktır. Kanal D Oyunları her yaştan oyunları sizlere sunmaya devam ediyor...


































    Wednesday, July 11, 2012

    Düğününüzü Nasıl Alırdınız?


    Her şey iyi güzel ama önemli bir nokta daha var ki o da "para". Herkes imkânları el verdiği ölçüde muhteşem bir düğünü olsun ister. Ankara düğün organizasyon dendiğinde akla gelen birkaç yer var. Bu Ankara organizasyonun hem kaliteli hem ekonomik olmasını istiyorsanız seçenekler daha da azalıyor. Evlenmek demek biraz da masraf demektir. Oturma odası, yemek takımı, yatak odası, mutfak eşyaları, gelinlik – damatlık, takılar ve daha neler… Düğün masrafı da ayrı bir konu tabii Düğün yemeğinizin konsepti, içecekler, ikramlar; müzisyenler, gelin arabası derken; havai fişeklere, konfetilere kadar ne yazık ki uzun bir hesap yapmanız gerekiyor. Toplama işleminden çıkan sonucun ise kara kara düşünmenize, uykularınızı bölmesine izin vermeyin, çünkü buna hiç gerek yok. Size her konuda yardımcı olacak bir ekip var hâlâ. Masallardaki gibi bir Ankara düğün organizasyon yaşamanıza olanak tanıyacak, hafızalardan silinmeyecek ve en önemlisi her şeyin sadece size özel olduğu bir gün yaşatacak birileri Ankara organizasyon da var. Size özel olduğu diyorum, çünkü herkes düğününün başkalarınınkinden çok farklı olmasını, kendine has özellikler taşımasını ister. Zaten aksi takdirde "sizin düğününüz" olmasının da bir anlamı olmaz. Masalardaki peçetelerin, mumların, çiçeklerin rengi, yemeklerdeki baharat çeşitleri, şarkıların çalış sırası, misafirlerin oturma düzeni gibi küçük ayrıntılar da dâhil olmak üzere her şey sizin kontrolünüzde ve sizin isteğiniz doğrultusunda olmalı. Siz neyin nasıl olmasını istediğinizi söylemeli ve çalıştığınız Ankara organizasyon ekibi de bunu harfiyen yerine getirmeli, o çok özel gününüzde mutluluğunuza mutluluk katmak için uğraşmalı. Bunların hiçbiri hayal değil, insanın çok fazla inanası gelmiyor ama emin olun bunlar gerçek, çünkü yapılması o kadar zor şeyler değil, sadece doğru kişileri bulabilmek asıl mesele. www.ankaradugunorganizasyon.orgbu konuda yardımcınız olacaktır.

    Tuesday, July 10, 2012

    Lavaş Ekmeğinde Köfte Tarifi






































    Lavaş Ekmeğinde Köfte

    MALZEMELER




    500 gr kıyma






    1/2 paket köfte harcı






    1,5 çay bardağı su






    1 yemek kaşığı ketçap






    1 adet rendelenmiş domates






    1 yemek kaşığı zeytinyağı






    4 adet salatalık turşusu






    4 dilim soğan halkası






    servis için lavaş ekmeği






    4 yaprak marul











    YAPILIŞI






    Kıymayı, rendelenmiş domatesi, ketçabı, köfte harcını ve suyu bir kabın içinde iyice yoğurun. Tuz koymaya gerek yok. Kuru köfte şekli vererek tavada çevirerek pişirin. Lavaş ekmeğinin üzerine sırasıyla marul, köfte, turşu ve soğanları koyarak servis yapın. Afiyet olsun.

    Sunday, July 8, 2012

    Bebek Çocuk Örgüleri 12







































    Bebek Çocuk Örgüleri 12

    Çocuk Örgüleri Child weaves

    Çocuk,Örgüleri,Child,weaves

    Çocuk Giyim Örnekleri,Baby Clothing Samples

    Çocuk,Giyim,Örnekleri,Baby,Clothing,Samples